Ruhumuza huzur veren asır aşklarından: Çiğdem Talu & Melih Kibar

20.11.2021
517
Ruhumuza huzur veren asır aşklarından: Çiğdem Talu & Melih Kibar

Bazı aşklar vardır ki, sanki özellikle anlatılmak için yaşanır. Allah onları birbirine kader edip, özellikle yar eder.

Şu aşk denilen hoş şey elbet. Okuyup okuyup iç geçirdiğim hikayelerden biriydi hep; demek ki içimdeki duyguların, hafızamdaki bilgilerin de yazılma süreyi gelmiş.

İşte bahsetmek istediğim aynı asra denk gelip şahitlik etme kısmetine nail olduğumuz aşklardan biri; Çiğdem Talu – Melih Kibar aşkı…

Onlar tanışmadan

Çiğdem ve Melih birbirinden habersiz, tanıştıktan sonra birbirini öğrenmeden geçecek onca zamana acıyacağını öğrenmeden, yaşıyordu. Oksijen alıp karbondioksit verebiliyorlardı; dünya dediğin dönüyordu. Ama içinde aşk yoktu…

Çiğdem, gerçeğinde İngilizce Öğretmeni’ydi, ancak bir yandan da Edebiyatçı bir aileden gelişi sanki genlerine kodlanmıştı. Çiğdem, ilk roman yazarlarından “Recaizade Mahmut Ekrem”in de torunuydu. Şarkılara laf yazmaya da 1972’de dostunun ısrarıyla başladı. İlk zamanlar en azından soyadı kullanılmasın istemişti. Ama ilk laf yazdığı, Nilüfer’in seslendirdiği “Ağlıyorum Yeniden” şarkısı ile bunun devamının geleceği belliydi.

Melih de gerçeğinde Kimya Mühendisi’ydi. Ama o da notalara karşı koyamamıştı. İlk kez, 1975’te yapılan ve Türkiye’nin de ilk kez katılacağı Eurovision Şarkı Müsabakası ile müziğin sihirli dünyasına adım attı. Seçilen şarkının sinyal müziğini yaptı.

Tesadüfi habersiz tanışma

Eurovision için seçmelere katılan şarkılar arasında Yeliz’in seslendirdiği “Hayalimdeki Adam” şarkısının lafları Çiğdem’e aitti. Farkında olmadan aynı projede bulunmuşlardı. Bu belki de Çiğdem ve Melih’in ruhlarının onlardan habersiz ilk tanışmasıydı…

Sonra bu rastlaların arkasını art kesilmedi. Bir gün bir yerde surat surata gelene kadar bir hayli yerde tekerrür tekerrür karşılaştılar. Çiğdem, artık profesyonel olarak laf yazarlığına soyunmuştu. Artık daha çok şarkı dinliyor, kulağını her an müzikle dolduruyordu. Yanından hiç ayırmadığı plak “Çobanyıldızı”ydı… Bu plağı özel yapan arka suratındaki “Frehnak” parçasıydı ve Melih Kibar imzalıydı… Çiğdem bu parçayı her dinlediğinde kendinden geçiyordu, sanki gönülden bağlanmıştı bu müziğe…

Sonunda bu besteciyle tanışmak istediğini söyledi Melih’in öğretmeni Timur Selçuk’a. Buram buram duygu yükünün yaşandığı bir tanışmaydı bu. Ama şöyle ufak bir detay var ki, tanışma Çiğdem istemese de olacaktı. Zira Marmaris’te yapılacak olan bir şenlik için Melih’deri beste yapması istenmişti ve elbette bu besteye laf yazacak olan ad da Çiğdem’di. Belki gerçekten kaderdi tanışmaları ya da böylesi daha romantik oluyordu…

Duygu yüklü tanışma

25 Mayıs 1975’te Ufak Bebek sırtlarındaki Cevat Bey köşküne reelleşti o ilk buluşma. Gecenin bir yarısıydı. Mustafa Oğuz, şenlik için Melih’i alıp Çiğdem’in evine getirmişti. Piyano tuşlarında uyumla dans eden ellerini uzatırken Melih çoktan düşmüştü inceden bir sancıya… Ama böyle ilk görüşte çapılmalar, aşktan can verip bitmeler, kapısında uyumalar yoktu; kanlı gözyaşlı bir aşk da değildi onlarınki. Birbirlerine şarkılarla seslenen, asla eflatuni olduğu söylenemeyen, içleri sıcacık eden bir aşktı bu…

Hikaye hakikat şimdi başlıyor. Sıcacık bir kahve alın, hazmede hazmede okuyun derim ben. Bir de naçizane önerim, bahsedeceğim, ismi geçen her şarkıyı bir kere de içli içli dinleyin.

Müziğin tadı

Çiğdem 36 yaşında bir İngilizce Öğretmeni, Melih de 24 yaşında bir Kimya Mühendisi. İkisi de müziğe olan isteğine bir yerden sonra karşı koyamamıştı işte.

Çiğdem sabaha karşı evine konuk olan o çok hoşlandığı müziğin bestecisini piyano odasına götürdü; plak da kenardaki pikabın üzerindeydi. “Sizin yaşınızda bir insan, böyle bir besteyi nasıl yapar” diyebildi.

Sonra hakikat mevzularına döndüler, şenlik için Melih’deri bir beste istiyorlardı. Çiğdem de bir şeyler karalamıştı. Altına günün tarihini attı ve Melih’e verdi. Tanıştıkları saatin sembolüydü o kağıt artık Melih için ve bir ömür çerçeveli bir biçimde evinin baş köşesinde saklayacaktı. Bu arada tanışmalarına vesile olan bu şenlik hiçbir zaman yapılamadı, ama onlar da bir daha hiç kopmayacaktı.

Bundan sonra Melih her bestesini daha heyecanla yaptı; Çiğdem’in yazdığı laflar daha anlamlıydı sanki. Melih yaptığı her besteyi dinletmek için koşarak gidiyordu Çiğdem’e… İkisi de gerçeğinde müziğin içindeydi elbet. Ama hakikat tanıştıktan sonra başladı müziğin tadı. Zira Çiğdem, bir gün Melih’e çok kolay gibi görünen ama gerçeğinde bir gelecek barındıran şu suali sordu:

“Senin başka bestelerin yok mu?”

Melih, onca beste arasından çok evvel yapmış olduğu, “Hiçbir zaman ne için yaptığımı öğrenmediğim bir beste” diye belirlediği o besteyi çaldı Çiğdem’e. Parmakları son notaya değdiğinde, besteyi neden yaptığını anlayacağından habersizdi. Çiğdem, o çalarken besteyi kasete kaydetmişti dahi…

Melih, ne yapacağını sordu; Çiğdem, “Laf yazacağım” diye karşılık verdi. Ertesi gün Çiğdem şarkının laflarını yazmış ve Melih’i bitirmişti. Şarkı suskunca, inceden yapılmış bir uyuşma gibi aralarında duruyordu.

Çiğdem’in lafları Melih’in müziğine, Melih’in müziği de Çiğdem’in laflarına sanki hayat vermişti. O şarkı, “İşte Öyle Bir Şey”di…

Çiğdem, gerçeğinde içinde çığlıkları dahi barındıran suskun bir adım atmış, tüm hislerini laflarına akıtmıştı.

“Seni düşündüm dün akşam yeniden
Ebedi bir umut doldu içime
Birde kendimi düşündüm sonra
Bir eksantrik duygu çöktü omzuma”

Melih de o gece içtiği çayın tadını unutamayacaktı. Netlikle bir çay tiryakisiydi ve çayı limonlu severdi. O günden sonra bağlarını hiç koparmayacak ve Çiğdem de Melih’in limonlu çay beğendiğini hiç unutmayacaktı…

Sevdan olmasa

Ağustos 1976’da, “İşte öyle bir şey” Erol Evgin’in sesiyle de taçlanmıştı. Ardından “Sevdan Olmasa” geldi. Plağın ön suratında “İşte Öyle Bir Şey”, arka suratında da “Sevdan Olmasa” vardı. Çiğdem sözleriyle, Melih de bestesiyle müzik piyasasının gündemine oturmuştu. Dinlemek isteyen herkesle buluşsa da bu laflar da, anekdotalar da gerçeğinde iki bireyin arasındaydı. Asla dile getirilmeyen, ama ateşi dünyayı yakmaya yetecek bir aşka sahip iki bireyin şarkısıydı bu.

Ah bu hayat çekilmez diyordu, sen olmasan, sevdan olmasa…

Hayat artık sezilen duygularla anlam kazanmıştı. Bu aralarında köprü kuran ikinci şarkıydı, ama her şey o kadar yoğun seziliyordu ki… Sanki senelerdir tanışıyorlardı da birbirlerine çok geç kalmışlardı. Çiğdem şarkıya yazdığı laflarda artan duygu yükünü emanet etmişti Melih’e. Bir yandan da içinden kopardığı her tümce, zati daha da yoğunlaşan duygulara dönüşüyordu…

Plak satışlarının patlamasının ardından Çiğdem’de sürpriz kararını açıkladı: “Artık yabancı şarkılara Türkçe laf yazmak yok!” Bu kadar değildi, bundan böyle çalışmalarının tamamını Melih Kibar ile yürüteceğini de özellikle bildiriyordu.

Çevrenin de zati daha ilk şarkılarında başlamış bir bakışı vardı; Melih acaba Çiğdem’in genç sevgilisi miydi? Aralarında dile getirilmiş duygusal bir ilişki başlamamıştı, ancak Melih’in içine bir kıymık batmaya başlamıştı inceden. Ne olurdu sanki diye düşündü, ne olurdu Çiğdem ondan 12 yaş büyük olmasaydı.

Polonya Müzik Şenliği

Bu galibiyetin ayyaşlığını henüz üzerlerinden atmamışlardı ki, Çiğdem ve Melih Polonya’nın Sopot kentine müzik şenliğine gitti. Sopot, onlar için yalnızca şenliğin yapıldığı şehir değil, aynı zamanda aşklarının isminin konduğu şehir olacaktı hafızlarında…

Şu tümcelerle anlatacaktı seneler sonra Melih orada yaşananları Can Dündar’ın dokümansalında:

“Bizim Çiğdem’le temel yakınlaşmamız sanırım bu şenlikte oldu. Başka Bir Deyişle klasik ilişkilerde söylenen sözleri birbirimize etmeye başladığımız yerdir, Sopot. Ondan sonra artık kartlar sarih oynanmaya başlandı; ama hep bunun dışarı yansımasını maniledik biz. Zira bunu mutlak kadın erkek beraberliği olarak yorumlamaya eğilimli insanların olması bizim içimizi acıtıyordu. Zira, dışarıdan bakınca “Koca kadın gencecik, bugünkü deyimiyle çıtır, sevgilisi mi var?’ diyecekler. Böyle şeylerden Çiğdem de çok korkardı; bana da ters geliyordu”

İçlerinde kopan fırtınaya daha fazla karşı koyamamışlardı; artık sevgiliydiler. Ama cemiyet baskısı da tepelerinde kara bulutlar gibi dolanıyor, ikisinin de içine bir sancı vazgeçiyordu. Ortada bir ilişki varsa, kadının erkekten büyük olması kabul edilemiyordu. Ama işte, gönül de ferman dinlemiyordu…

Evet Çiğdem, Melih’deri 12 yaş daha büyüktü ve hatta bir de evlenip ayrılmıştı. Üstelik bir de kızı vardı. Ama hayat devam ediyordu ve kalp dediğin atıyordu.

Melih’in Londra yolculuğu

Aralarında günden güne gelişen aşkta ilk kez ayrılacaklardı Çiğdem ve Melih. Artık üniversiteden mezun olmuştu ve Kimya mühendisliği üzerine master yapmak için Londra’ya gidiyordu. Melih, babasıyla beraber, kalbine oturmuş yumrusuyla uçağa bindi.

Bir fırtını yakaladı onları. Gittiği ilk gece, Londra’da kıyamet gibi bir fırtına vardı. Melih, bu fırtınayı şöyle tanımıyordu. “Tarifi namümkün. O kasırgadan nasıl sağ kurtuldum, öğrenmiyorum”. O gece vefatlardan dönmüştü. Morali oldukça bozuktu, ama yeniden de korkutmamak için Çiğdem’e bir şey emin etmemişti. Ama üzerindeki stresi de bir cinsli atamıyordu. Kaldığı odadan azıcık gezip kendine gelmek için dışarı çıktı. Karanlık bir antrede yürürken ona iyi gelecek şeye çarptı; bu bir piyanoydu. Parmakları neredeyse Melih’e haber vermeden piyanonun tuşları üzerinde dolaşmaya başladı. Tüm fobisini notalarla paylaşıyordu; yeni bir beste yapmıştı dahi. Hemen odasına koştu, teybini aldı ve aniden ortaya çıkan bu besteyi kaydetti. Besteyi Çiğdem’e eriştirmesi için İstanbul’a dönerken babasına emanet edecekti.

Beste Çiğdem’in eline erişmişti. Belki çok özlediğinden belki de Melih’in notalarda saklanamayan korkulu gecesinden, besteyi büyülenmiş gibi dinledi ve hemen üzerine laflarını yazıp Melih’e bir mektupla gönderdi.

Melih mektubu açıp okuduğunda ayakta durmakta eforluk sürüklemişti. İşte o anını şu laflarla anlatıyordu: “Pembe bir zarfın içinde gelmişti. İlk sayfayı okuduktan sonra besteye yazdığı lafların olduğu sayfaya bakınca ben duvara tutundum. Zira şarkının ismi İçimdeki Fırtına’ydı”.

Melih, uzun zaman telefonun başında bağlanmayı bekledikten sonra Çiğdem’e erişti. “Sen bu parçayı nasıl yazdığımı öğreniyor musun?” diye sordu. Sonra konuşup azıcık karşılıklı ağlaştılar. Bu aşk denilen apayrı bir şeydi. Şöyle de bir beklentisi vardı Melih’in: “Allah insanlara bunu yaşatmalı; çok özel bir şey bu”.

Melih, ona hiçbir şey anlatmasa da emin ki Çiğdem sezmişti. Asıl aşk bu muydu?

Aşk yaşanırken

Her ne kadar yaş farkı aslı gökten sallanan bir madalyon gibi aralarında dursa da, artık herkes onları beraber anmayı bilmişti. Çiğdem denince Melih, Melih denince Çiğdem ilave ediliveriyordu yanına. Bu Londra ayrılığına da olanakları el verdiğince çözümler bulmaya çalışıyorlardı. Çiğdem bulduğu her fırsatta Melih’in yanına gitti. Artık aşk, gerçekten aşktı ve soluksuz yaşanmaktaydı…

Plakların kazancını çoğu zaman kendi kazancını da ilave ederek yolluyordu Melih’e, ona desek oluyordu. Ama daha özeli yeşil bir defteri vardı Çiğdem’in; haklarında çıkan haberleri üzerlerine ufak sevimli anekdotlar ilave ederek Melih’e yolluyordu. Hatta arada tatlı tatlı takıldıkları da vardı. Bir mecmua Melih’in Çiğdem’i vazgeçip tatil için İngiltere’ye gittiğini yazmıştı. Çiğdem’de o haberin çıktığı gazete kağıdını kesti ve üzerine; “Melih Bey, Melih Bey, bizim burada canımız çıkarken ‘master’ dalgasıyla İngiltere’ye tatile gitmek de ne demek oluyor?”

Aşklarıyla alakalı hakkında çıkan ilk haberi de buradan okudu Melih; “Melih Kibar’ın kendi İngiltere’de, kalbi Çiğdem’de”

Yeni plaklar

Melih’in Londra’da olması aşklarına olmadığı gibi işlerine de mani değildi. Çiğdem ve Melih, bantlaşma yoluyla haberleşerek şarkılarını yapmaya devam etti.

Bir başka anekdotta Çiğdem, Melih’e yaptıkları yeni şarkılardan haber veriyordu: “Çiğdem Talu sevgili bestecisine kıvançla sunar: 2. Plağımız”.

Hamdan sevgilisini asla yalnız ve habersiz vazgeçmiyordu. Melih seneler sonra yeniden Can Dündar’ın dokümansalında hislerini aktarırken, şöyle diyecekti: “Hep bir ‘Hadi Koçum’ var”.

O günlerde Çiğdem de bir televizyon programında şöyle demişti: “Hayatımı milattan evvel milattan sonra gibi, Melih’deri evvel Melih’deri sonra diye ikiye ayırıyorum”.

1 senelik bir ayrılıktı bu gerçeğinde. Hem çok büyük özlediler hem de hep bir arada gibi yaşadılar. Bu ayrılık 1976’nın sonunda bitti ve İstanbul’da buluştular. 1977’ye Tarabya’da bir lokantada merhaba dediler. Uzun bir aradan sonra buluşmuşlardı. O gece çekilen resmin arda şöyle yazmıştı Melih:

“İlk kere beraber girdiğimiz bir yıl bu, 1977 seneyi. Ne hoş di mi? 365 günün de bu geceki gibi mutlu ve hoş geçmesi, başka bir deyişle ‘hep böyle olması’ dileğiyle…”

Her şey seninle hoş

Artık galibiyetli bir hayatları vardı, dorukta yalnızca onların adı vardı. Tüm şarkıları ezber ediliyor, gönülden gönüle geziyor; nice aşka tutunacak dal oluyordu.

Çiğdem’in 31 Ekim 1977’deki yaş gününü Melih Kibar, Erol Evgin ve İlhan İrem beraber yazdıkları bir maniyle kutladı:

“Çiğdem Çiğdem,

Çiçeklerin en hoşusun sen

Öğrenmem ki bundan başka sana neler söylesem

Şarkılara can veren

İlham meleğimizsin sen”

O geceki doğum günü kutlaması Çiğdem’i çok mutlu etmişti ve ona en hoş şarkılardan birinin laflarını yazdırdı; “Her şey seninle hoş”

“Her şey seninle hoş,

Olmayacak düşlerin peşinden koşmak dahi.

Her şey seninle hoş,

Bu toprak bu taş dahi.

İçimdeki bu fobi, gözümdeki yaş dahi”

Çiğdem’in olmayacak dediği düş, hayatının merkezindeydi. İçinden Melih’in aşkıyla dökülen her kelime dilden dile gezen bir şarkı oluverecekti artık… Ama yeniden de korktukları da oluyordu. Çiğdem annesi ve kızıyla yaşıyordu, en çok tenkit etilen de o oldu. Kimse onların arasında tarifi güç, ama harikulade bir aşk var demedi. Zamanla bu yaşta kadın kendisinden 12 yaş ufak adamla ne işi var denmeye başladı. Ama o ilişkinin ne anlama geldiğinin, nasıl duyarlı bir his olduğunun ayırdına Melih dahi seneler sonra varacaktı…

Yeniden de yaşanan zamanda bu aşk denilen asıllığı kapalı bir pakete koyup yüksek bir rafa kaldırmaya karar verdiler. Zira Çiğdem saraylı bir aileden geliyordu. Olmazdı. Bir kadın kendinden yaşça ufak biriyle olamazdı… Onlar da bu çizgiyi gözetip çok iyi iki arkadaş olmayı başarmaya gayret etti. Beraber şarkılar yazmaya, aşklarını şarkılarda yaşamaya devam ettiler.

Hisseli Şahaneler Kumpanyası

Bir gün Melih, Çiğdem’in evine geldi. Çiğdem, ona piyanonun üzerindeki kağıdı okumasını istedi; “Hisseli Şahaneler Kumpanyası” yazıyordu. Melih afallamışlığını saklayamazken Çiğdem, “Müzikalimiz”i uzata uzata söylemişti.

Hatta şarkı laflarını yazmıştı dahi. Melih bunu fark ettiğinde daha da donakaldı; “Bu laf bestelenmez” dedi. Zira alışkanlığı değişiyordu. Her zaman evvel o beste yapar, sonra da Çiğdem laflarını yazardı. Şimdi bu terslik ona esrarengiz geliyordu. Yapamayacağını düşünürken, Çiğdem her zamanki gibi onu destekleyen konuşmalarından birini yaptı. Ne yaptı ne etti, sonunda onu ikna etti. Melih, Çiğdem’i salona gönderdi ve piyanonun başına geçti. Bestesi bitirilmişti.

Beklenenden daha çok alaka görmüştü Hisseli Şahaneler Kumpanyası…

Sen başkalarına benzeme sakın

Bu şarkıyı gerçeğinde Hisseli Şahaneler Kumpanyası içinde bestelemişti Melih; Çiğdem de üzerine o şarkıyı yazdı: “Sen başkalarına benzeme sakın, hep ayıra kal; hep cana yakın…”

Bu gerçeğinde Melih öğrenmese de bir vedanın üzüntüsünü taşıyordu. Zira Çiğdem, kanser olmuştu. Bir gün Melih’i aradı ve “Ben kansermişim” dedi. Gerçeğinde ilk kez bu telefon konuşmasından 8 ay evvel de gitmişti Çiğdem hekime göğsünde bir şeyler geliyordu eline, ancak hekim bunun süt bezesi olduğunu söyledi. İkinci kez 3 ay sonra gittiğinde de bir şey olmadığını söylemiş, bundan da 5 ay sonra üçüncü kez gittiğinde meme kanseri teşhisi konmuştu.

Melih, Çiğdem’e öyle ulu bir gözle bakıyordu ki, o gücüyle her şeyin üstesinden kazançtı; kanser de neydi ki… Bu yaşananların bir şaka olduğunu düşünmek istiyordu. Ciddiyetini anlamamak için çabaladı. Zira Çiğdem’in olmadığı bir hayatı nasıl yaşayacağını öğrenmiyordu.

Takvimler 1980’leri gösteriyordu. Bu sefer Çiğdem rehabilitasyonu için Londra’ya gidiyordu. Ama keyfinden, özellikle Melih’e eriştirdiği keyfinden hiçbir şey kaybetmemişti. Londra’da olduğu zamanlarda Melih’e bir masal ülkesinde olduğunu bildiren, sevimli kartlar gönderiyordu.

Melih’e göre, Çiğdem yeniden aynı Çiğdem’di; yalnızca kanserle bir arada yaşıyordu, hepsi bu. Ama elbette öyle değildi. Çiğdem, özellikle yazdığı şarkılarda artık üzüntüsünü saklayamıyordu. Melih’in paylaştığı bilgilere göre hayatında en beğenerek yazdığı şarkı lafını bu zamanlarda yazmıştı: “Koca çınar”

“Serde delikanlılık, gençlik var koca çınar

Sevda var, sen sevdanı çiğneyip geçer misin?

Öte yandan iftihar var, can veresiye iftihar var

Seni unutanları sen olsan hoşlanır misin?”

Emin ki Çiğdem inceden bir siteme, bir yeise kapılmıştı…

7. sene dönümü

25 Mayıs 182’de, başka bir deyişle yedinci senelerinde, bir televizyon stüdyosunda Halit Kıvanç ile beraber kutladılar. O güne kadar 160’dan fazla şarkı yazmışlardı. Çiğdem’in gerçeğinde canı yanıyordu, ama tebessümüyordu ekranda.

Melih, onun kanser olduğunu kabullenmek istemese de, artık fiziksel başkalaşımlarını görüyordu. Kilo almaya başlamıştı ve artık peruk kullanıyordu. Metastaz tam bedene yayılmıştı. Rehabilitasyona da para dayanmaz olmuştu. Bu surattan onu seven tüm arkadaşları bir araya gelip dayanak toplamak için bir konser gecesi tertip ettiler. 28 Mart 1983’te Nam Tşiyatrosu’nda yapılan gecede yarıyılın tüm sanatçıları ve natürel ki hepsine piyanoda eşlik eden Melih Kibar vardı. Çiğdem de telefonla katılmıştı geceye.

Ama ne yazık ki tüm bu sevgi su baskını, bir araya gelen para, Çiğdem’i hayatta tutmaya yetemedi. Geç konulan teşhis onu bu hayattan alacaktı.

Beraber geçen 8 sene 3 gün

Çiğdem, İstanbul’a döndü. Melih tanışmalarının sekizinci sene dönümünde görmeye gitti Çiğdem’i. Konuştular, daha doğrusu Melih konuştu, Çiğdem hastalığı el verdiğince tepkisini gösterdi. Melih’e karşısında sanki Çiğdem değil de bir başkası var gibi geliyordu.

Tanışmalarının üzerinden 8 sene 3 gün geçmişti ki, Çiğdem Talu can verdi. Basın Çiğdem’in vefatını “Şarkılar yetim kaldı” diye vermişti…

Cenaze Aşiyan Mezarlığı’na gömüldü. Bir vosvosun içinde gitti Melih cenazeye. Ne vefat haberini aldığında ne de camide hiç ağlamadı. Ama o otomobilin içinde, kabirliğe girmeden bir gözyaşı su baskınına kapıldı. Ömrü süresince unutamayacağı bu an, 4 dakika sürmüştü. Tüm kederinin, acısının boşaldığı bir yemini.

Çiğdem bundan sonra aşkını geliştirdiği şarkılarda yaşayacaktı; Melih ise…

Dünyada ruh eşimizin olduğuna inanmasak yaşamak yeniden dayanılır olur muydu acaba? Çok hoşlanmasaydık, özlemek nedir öğrenmeseydik, boşu boşuna yaşamak hissinden uzakta yakalayabilir miydik vücudumuzu ve de ruhumuzu?

Aşk dediğin inceden değiyor insanın her bir hücresine. Hele bir de gerçekten bulmuşsak ruh eşimizi, kader yoldaşımızı; siz ne derseniz işte bunun kalıplaşmış ismine. Hayat o zaman başlıyor belki de.

İşte öyle bir şey…

özel içeriğidir.

YAZAR BİLGİSİ

maltepe escort ataşehir escort idealtepe escort anadolu yakası escort kadıköy escort bostancı escort pendik escort ataşehir escort şişli escort göztepe escort pendik escort kartal escort bostancı escort erenköy escort maltepe escort pendik escort bostancı escort ümraniye escort şerifali escort kartal escort maltepe escort tuzla escort pendik escort anadolu yakası escort acıbadem escort ümraniye escort escort bayan maltepe escort ümraniye escort ataşehir escort kadıköy eskort pendik eskort ataşehir escort ümraniye escort kadıköy escort escort bayan maltepe escort sex hikaye yeni seks hikaye gerçek sex hikaye sex hikaye seks hikayeleri sex hikayesi gerçek sex hikayeleri